"Yaşamda sürekli gerçekleri savun! Değerini bilen olmasa bile vicdanına hesap vermekten kurtulursun." - Che Guevara
Kendimin de daha çok sevdiğim yönlerinden biri bu. Bu kadar açık sözlü ve doğrudan iletişim kurmama karşın ve sanırım sempatik algılandığımdan, pek fazla sorun yaşamıyorum. Öbür yandan, içimden geldiği gibi davranabilmek, -vicdanımla bir hareket edebilmek- özsaygımı korumamı ve kendime güvenimi artırıyor. (Yine çok açık konuştum!)
Kendimi klavye başında daha doğal, cesur, samimi, dürüst ve açık hissederim. Cesur derken, duygularımı ve düşüncelerimi sansürsüz ifade edebilmek anlamında söyledim.
Çoğu kişi, iletişim kurarken, ikna etmek ya da dediğini yaptırabilmek için çevresindekilere karşı “güç dilini” kullanır. O nedenle, toplumumuzdaki bu kişiler, çoğu durumu ifade ederken öfkeyle söyler. En önemli nedenlerinden biri, duygularını doğru sözcüklerle ifade edememek ve olumlu bir tutumla ciddiye alınmayacağının düşünülmesidir. Dünyanın en popüler yazarlarının kalemini nasıl kullandığına tanık olduktan sonra, sözcüklerin gücünü daha iyi anladım.
Bu dünyada “kalemi”(düşüncesi) yüzünden öldürülmüş o kadar çok yazar var ki! Yeni normalde ise yazmanın yerini “sosyal medya” alıyor. Kullanılan dilde de nitelik, ne yazık ki en alt seviyeye düşürülüyor. Sözcüklerin zarâfeti, kabalık/seviyesizlikle ile yer değiştirerek, kendini ifade biçimi değişiyor. Sosyal medya, güçlülerin, korkusuzların ve kişiliksizliklerin dünyasına dönüşerek, günden güne çirkinleşiyor.
Bu hafta, tatili Bodrum’daki Armonia devre mülkümde geçirdim. Yıllardır gitmediğim, kiraya verdiğim devre mülke, pandemi nedeniyle ve zevkle iki yıldır kendim gidiyorum. Yalınlığı, doğallığı ve yalnızlığı özlemişim. Babamla yirmi yıl önce almıştık. O zamanlar, devre mülk, çok yeniydi. Risk alarak satın almıştım. Bugün ne kadar doğru karar verdiğimi görüyorum.
Perşembe akşamı, iki komşum, ağız kavgasına başlıyor. Önce iki kadın arasında yükselen selenler, sonra karşılıklı küfür ve hakâretler. Sonra eşlerin de katılması ile bağrışmaların seviyesi ve birbirine meydan okumalar. Konu neydi? Bir komşu, yüksek sesle uzunca süre akşam saat 22.00’de telefonla konuşurken, komşusu selenin yüksek olmasından dolayı uyarıyor. Komşu, bu konuda özür dilemeyip kendini savunmaya geçince de kavga çıkıyor. Fiziksel saldırıya dönüşmeden polis müdahalesi ile kavga sona eriyor.
Tatilde ve böyle huzurlu bir ortamda, böyle bir olaya gerek var mı? İki uygar kişi neden arasında yalın bir sorunu çözemiyor, ortak noktada buluşamıyor ya da nezâket kurallarına başvuramıyor? Sonra da polis devletinden şikâyet ediyoruz.
Her bireyin özgürlüğü, başka bir bireyin özgürlüğünü ihlâl/tehdit etmediği sürece sürebilir. Özgürlüğümüz, toplumdaki örf, âdet, yasalar ve yaşadığımız kültürle sınırlanmıştır. Nezâket, hoşgörü ve kibarlık, aile tarafından evde öğret(/n)ilmesi gereken davranışlardır. Devlet, adâlet ya da polisin, her sorunda devreye girmesi, o toplumun gelişmediğinin bir göstergesidir.
Yaşadığımız çağda, bazı temel değerlerin yeni kuşaklara aktarılması ya da anlatılması, gelecek kuşakların sağlığı açısından önemlidir. Örneğin ahlâk; ahlâklı olmak her ne kadar evde öğretilen bir değer de olsa eğitim sisteminin ve çevrenin de bu konudaki geri bildirimi ve örnek tutumu, öğrenmeyi güdümleyecektir. Başka bir kavram ise başarı; başarı (çoğu zaman zenginlikle karıştırılıyor), “sonuçlara odaklanarak” toplumun “yüklediği” ve “beklenti içinde olduğu” bir “yargı”. Halbuki, başarı, bir emeğin sonucu olarak algılanmalıdır; bu bir çaba, alın teri, gözyaşı ve çok çalışma sonucunda elde edilen, bir “bedel ödeme” olarak bilinmelidir.
Dünyada çok sayıda buluş, çözüm ya da gelişim, iki nedenden ortaya çıkıyor; zorunlu gereksinim ya da insani değerler (adâlet ve eşitlik). Bireyleri kötülüğe yönlendiren durumlar ise belirsizlik, ümitsizlik ve çözümsüzlük. Birey, bir noktadan sonra haktan, adâletten, eşitlikten vazgeçiyor ve olanı (en azını) kabul etmeye başlıyor.
Sedat Peker videolarından medet uman bir toplum, ne kadar sağlıklı bir düşünceye sahip olabilir!? Bir söz vardır: “'İyiler, kötüler kadar cesur olursa ancak o zaman bu dünya değişir.”
Cesaret ve risk almak konusunda çok söz vardır:
Sokrates diyor ki: “Senin cesaret edemediğin riskleri alanlar, senin yaşamak istediğin yaşamı yaşar.”
Paulo Coelho da risk almanın önemini şu sözleri ile belirtmiş: "Sadece sıradan kişiler tehlikeden uzaktır. Dolayısıyla risk al ve hayallerinle yüzleş!”
Sedat Peker’in milyonlar tarafından ilgiyle izlenilmesinin ardında, bilinçaltımızda istediğimiz cesarete sahip olması da yatmaktadır. Kötü kişilerin cesareti bazen bilinçsizce iyi kişilerin hayranlığını kazanabilir. Çoğu kişinin yanlış kişiler ile flört etmesi ya da evlenmesinin ardında da aynı psikoloji vardır. Kendimizden olmayan, olmasını istediğimiz özelliklerimizi ilişkilerimiz üzerinden elde etmeye çalışırız.
Kant’ın şu sözü de beni çok etkilemişti: “Birey, belirlenenin tersi bir davranış sergileyemeyecekse ahlâken hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz.”
Teknoloji ve iletişim çağından önce, köleler, çarşaflı Müslüman kadınlar, içki içmek ya da ilişkiye girmek gibi eylemleri yasak görenler vs. cehalet, otorite, yasaklar ya da inançları nedeniyle hallerinden memnundu. Bunun dışında, bireyler, yoksulluk ya da yetiştirilme tarzlarından (toplumun örf ve âdetlerinden), bazı durumlarda ise açgözlülükten ötürü sadece bildiklerinin doğru olduğunu varsayar ve buna göre yanlış davranışlarını sürdürmeye devam eder. Pandemi de bu yanlış eğilimleri daha da güçlendirip otoriter/yoksul toplumdaki bireylerin kendini ifade etmek, katkıda bulunmak yerine itaate dayalı sorgulamadan çaresiz ve umutsuz yaşamalarını körükledi.
Dün akşam, Netflix’te, “Startup” adlı bir diziyi izlemeye başladım. Ailenin, bir bireyin yaşamını nasıl sabote edebildiğini görebilmemiz açısından harika bir dizi.
Cuma akşamı, Bodrum’un en seçkin yeri Türkbükü’nde, Nişantaşı’ndan bildiğim Gizia restorana akşam yemeğine gittik. Muhteşem bir konum, harika bir ortam ve kusursuz bir hizmet. Denize sıfır. Masamıza oturduktan kısa bir süre sonra, restoranın iskelesine bir zodiac (bilmeyenler için çok pahalı şişme bot, içine 8-10 kişi binebiliyor.) yanaştı. İçinden, genç yaşta, belirli ki çok varlıklı bir grup çıktı. Viskiler açıldı. Çoluk çocuk. Yabancı konuklar da vardı. Bir süre sonra masadaki üç erkek, ayağa kalktı, üzerindekileri çıkarıp mayoyla denize atladı. Saat 21.00’i gösteriyordu. Kendi evinizde olsanız, bu normal bir davranış olabilirdi, böyle nezih bir restoranda (bana) böyle bir davranış çok normal gelmedi. Toplumumuzdaki güç göstermenin yollarından biri de “istediğimi, istediğim zaman ve yerde yapabilirim”. Çünkü, “param var, çünkü arkam güçlü, çünkü ben kural tanımam”.
Aynı sorunu, Güvercinlik’te, evimizin karşısındaki Titanik otele helikopterle gelen çoğu müşteride de gördüm. Ülkemizde varlık ve yoksulluk, yan yana yaşanıyor. Ya değerlerimiz ne durumda? Yeni kuşak, bu yaşadıklarını ve gördüklerini nasıl yorumluyor? Netflix ve benzeri sansürsüz kanallarda hiçbir konuda sınır yok. Yeter ki, ünlü, yetenekli, güçlü ve zengin ol!
Sezgin Baran Korkmaz ve Korkmaz Karaca gibi son dönemlerde ortaya çıkan iş insanları zenginliğe ulaşma biçimi, toplumumuzun DNA’sını bozmaktadır. Oksijen dergisinde, 3,000 doktorumuzun Almanya’ya göç etmek istemesi haberi de toplumumuzdaki çarpıklığın, umutsuzluğun bir başka göstergesi.
Bir toplum nasıl yozlaştırılır? “En az ile yetinen bireyin yaşam seviyesini (yaşamsal/zorunlu gereksinimlerini) güvence altına alarak ya da artırarak, varlık eşitsizliği o toplumda yasal ve sürdürülebilir duruma gelir.
Bekir Ağırdır, Oksijen dergisinin bugünkü köşesinde şöyle yazmış: ”Bugün, Türkiye’de toplumsal psikoloji, kaygı ağırlıklı. Pandeminin ürettiği can riski ile ekonomik buhranın ürettiği geçim derdi, her bireyin gündelik yaşam ritmini ele geçirmiş durumda. Çözümsüzlük ve umutsuzluk hâkim. 18-24 arasındaki gençlerin yüzde 57’si, 25-30 aralığındakilerin yüzde 46’sı sorunların çözülemeyeceğine ya da partilerin çözemeyeceğine inanıyor.”
Bir Kızılderili öyküsünde de anlatıldığı üzere; adamın iki köpeği varmış. Biri kara (kötülük), biri beyaz (iyilik). Sürekli kavga ederlermiş. “Hangisi kazanır?” sorusuna Kızılderili şu biçimde yanıt vermiş: “Hangisini daha iyi beslersem, o kazanır.”
Ülkemizin geleceğini kendimizde görmediğimiz sürece, tribünden izlemeye devam edersek, o zaman her gün Sedat Peker’in yeni bir videosunu izleyerek vicdanımızı rahatlatır duruma geliriz. O zaman geldiğinde de kendimiz dışında kimseden şikâyet etmememiz gerekir.
Sevgilerimle,
Taner Özdeş
---
Bu yazının dil bilgisi düzenlemeleri,
FaRkLaR Kılavuzu/Sözlüğü ( FaRkLaR.net )
tarafından sağlanmıştır.
Comments powered by CComment