Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği!

 

Bedenim, iki ay sonra 62. yaşına giriyor. İçimde durmak bilmeyen bir enerji var ve bunun sürmesini dilerim. Kişilerden ve doğadan, karşıma çıkan, bana dokunan ya da dokunmayan her şeyden orantılı biçimde yararlanmaya, her durum ve ilişkiyi olabildiğince anlamaya çalışıyorum. Son zamanlarda, önceki yıllara göre kendime daha çok (verimli ve nitelikli) zaman ayırabiliyorum. Bu, beni mutlu ediyor.

Felsefe, bilim, sanat ve tarih konusunda çok fazla eksiğim var. Bir türlü sıra gelmedi. Roman okumayı pek sevmiyorum. Roman okumanın yararlarının farkındayım fakat yine de roman okumak için yeterince güdülenemiyorum. Önceleri çoğunlukla ve fazlasıyla konuşurdum. Son zamanlarda ise “Daha çok dinlemek için iki kulağımız, daha az konuşmak için bir ağzımız olduğu”nu da sürekli aklımda tutarak, daha çok dinliyor ve daha az konuşmaya çalışıyorum. Sanırım bu kadarı da yeterli değil! Bazı eğitimler almama karşın hâlâ hızlı konuşabiliyorum. YouTube kanalım, oldukça büyüyor. Yirmi bin kişiye ve iki milyon izlemeye ulaştı. Yine de bazı açılardan biraz huzursuz ve mutsuzum. Türkiye’nin önde gelen bir yapım şirketi ile çalışıyorum. Paylaşımlarım, gençler ve kadınların ilgisini yeterince çekmediğinden, kanal, beklenen hızda büyümüyor.

2009 yılından beri yazdığım “Satışın 10 Altın Kuralı” kitabımın devamı niteliğinde, daha adını koymadığım kitabımın sonuna geldim.

Yayıncım MediaCat şirketi, yerli yazarlarla çalışmama kararı aldı. Yeni kitabımı kabul etmeyeceklerinden kaygılanmıştım. Fakat daha sonra görüştüğümüzde kitabımı yayımlayacaklarını belirttiler.

Dünya değişiyor, her şey değişiyor. Ya ben, ne kadar değişiyor, dönüşüyor ve gelişiyorum? Bu konuda kendimi yeterince başarılı bulmuyorum. Pek cesaretli değilim sanırım. Risk alma oranım çok düşük. Bu konuda gelen sorulara kaçamak yanıt veriyorum: “Erken evlendim. 26 yaşında baba oldum. İki oğlum var.” gibi yanıtlar veriyorum!

Dünyanın gidişatını tehlikeli buluyorum. 1,5 yaşındaki torunum Lâl, benim için bir umut. Onunla bu yeni dünyada yeni bir açılım yapma umudum var. Ne zaman kucağıma alsam, ağlıyor. Bazen de bana gülücükler gönderiyor. Henüz beni yeterince tanımıyor. Gelinimiz Gökben ve oğlum Emre, muhteşem anne ve babalık sergiliyor. İkisiyle de onur duyuyorum. 1,5 yaşında İngilizce öğrenmesi için haftada bir yuvaya götürülüyor. Hemen herkesin ilgisini çekiyor. “Nasıl biri olacak?” diye çok merak ediyorum. Onun hakkında büyük düşlerim var. “Belki” diyorum, “onunla bu yeni dünyayı keşfedebilirim!” “Emily in Paris” dizisini her izlediğimde, “Sanırım, Lâl da böyle olacak.” diye düşünüyorum.

Ya Türkiye, nereye gidiyor? Kutuplaşan bir toplum olduk. Bu durum, beni oldukça düşündürüyor. Bireyleri ne giydiğine göre yargılayacak kadar önyargılı ve sığ bir “yargı”ya sahip bir çoğunluk var ne yazık ki. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıkları ve bize bıraktıkları hâlâ gerektiğince ve yeterince anlaşılamadığından, bunca hizmetine karşın onun üzerinden bile toplum ikiye bölünüyor. Neden?

“Türkiye, bir cennet!” Dünyanın her yerine gittim. Ülkemizden daha bereketli topraklara sahip ulus sayısı o kadar az ki. Neyin kavgasını veriyoruz? Girişimcilerimiz, sporcularımız, sanatçılarımız, bilim insanlarımız ve iş insanlarımız muhteşem başarılara imza atıyor. Nedense bunlar bize yetmiyor. Başarılı olduğumuza inanmıyor muyuz? Bazı kesimin içindeki “açgözlülüğü” doyuramıyoruz. Bu “açlık”, yapıcı ve dengeli bir tutku olsa sorun olmayabilir.

Öğrendikçe, gözlemledikçe, okudukça, gezdikçe bu açgözlülük büyüyor. Sosyal medya, çıtayı yükseltiyor: “Daha çok, daha çok …” ve Zerrin Özer’in “Bana, bana, hep bana…” şarkısındaki gibi.

Bazı açılardan sağlıklı, dengeli düşünce, duygu ve davranışlar da olabilir. Örneğin, bu yazımı, Cumartesi saat 23.00’te yazıyorum ve çok zevk alıyorum. Bu yazıyı yazmadan önce "Oksijen" gazetesini okudum. Okuduklarım, beni daha da hırslandırdı.

Çevremde kitap yazmak isteyenlerin sayısı her gün artıyor. Onları ben de cesaretlendiriyorum. “Yazmayı bilmiyorum, beceremiyorum!” ya da “Benim yazma yeteneğim yok!” diyen çok kişiyle karşılaşıyorum. Kendi kendime, “Ben de yazmıyordum. Yeterince destek almadım. Sadece yazmak istiyordum ve yazıyorum…” diyorum. “Doğru mu yanlış mı, ben yazabilir miyim?” diye düşünmeden yazıyorum.

Yabancı dil öğrenme konusunda da bazı yanlış düşünce ve sözleriyle kendi sürecini o kadar engelleyen kişi var ki ! Onlara diyorum ki, “Yüzmeyi babam bana nasıl öğretti biliyor musun? Kayıktan attı ve ‘Yüz!’ dedi!” O zaman, üç yaşındaydım ve yüzdüm. Çok da kolay oldu. Korkunun kimseye yararı yok. “Yaşam, yaşanmak içindir…”

Bu akşam, eşimle gözde suşi restoranı "Naomi Sushi Bar"a gittik. Yemekler, hizmet ve bize yakın davranan çalışanlar sayesinde her gittiğimde kendimi oldukça iyi hissediyorum. “Yaşamda, kendimize zaman ayırıyor muyuz?”, “Kendimizi şımartıyor muyuz?” “Sevgilimizi ya da eşimizi mutlu etmeye çalışıyor muyuz?”

Mutluluk ve mutsuzluk, “iyi ve kötü” gibi kardeştir. Düşünce ve eylemin uygunluğu/uyumluluğuna dayanır. İkisi de kişinin yeterli/yetersiz “düşünce ve bilgi seviyesi” ile doğrudan ya da dolaylı, doğru ya da yanlış biçimde ilişkilendirilir. Mutlu olmak, bir yeğlemedir. Çoğu kişi ne yazık ki mutsuzluktan besleniyor! Bu durum, “Çok şeye sahibim, ama öteki benden daha fazlasına sahip!” varsayımına dayanıyor. Sosyal medyanın kötü yanlarından biri de bu: “Bizden daha başarılı, daha mutlu, daha varsıl, daha çok olanağa sahip kişileri bize gösteriyor!” Ancak ben, bu duruma hiç bu gözle bakmıyorum. “Ne öğrenebilirim, kendimi nasıl daha ileri götürebilirim, ben de yapabilir miyim?” düşüncesiyle ilham almaya çalışırım.

“Facebook, Twitter, Instagram, TikTok, WhatsApp, Spotify ve Netflix”i kuran kişilerin yaşamını inceledim. Hiç de kolay başarıya ulaşmamışlar ve olanaksızı başarmışlar. “Ülkemizde neyi sevmiyorum, biliyor musunuz?” Birbirini aşağı çeken, bağnaz ve gelişime kapalı zihne sahip kişileri. İnandığına herkesin inanması gerektiğini düşünen “zihinlere” karşıyım.

Yaşam koşulları günden güne zorlaşıyor. Öte yandan, yeni kuşak, kısa zamanda, az zahmetle en tepeye ulaşmanın düşlerini kuruyor. Sosyal medyada gördükleri her şeyin ulaşılabilir olduğunu düşünüyorlar. Maddiyatı maneviyatın üzerinde görüyor ve çoğu şeye nesne olarak bakıyorlar. Bu da onları nereye götürüyor? Mutsuzluğa, umutsuzluğa ve olumsuz düşüncelere.

Annelik ve babalık, bizim zamanımıza göre çok daha zor duruma geldi. 1,5 yaşında cep telefonu ve bilgisayarla tanışan Lâl, ileride neye sahip olur ya da olmazsa mutlu olacak/olmayacak? Orantısız tüketen ve haz ile yaşayanlar, en tehlikeli ve durdurulamaz kişilerdir!

Zevkle okuduğum Ferhat Jak İçöz’ün "Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği" kitabından bazı alıntılara da yer vermek istiyorum:

“Her sorduğumuz yeni soruda kendimizi biraz daha yakından tanırız, kendimizi biraz daha biliriz ve gerek isteklerimizle, gerekse dış koşullarla daha uyumlu, akış içinde bir yaşam ritmi yakalama olanağımız ortaya çıkar.”

“Bizi karmaşık ve çok katmanlı duruma getiren, zaman unsurudur.”

“İnsan olmak, neresinden bakarsanız bakın kolay bir iş, bir eylem değil. Yine iki seçeneğimiz var; ya yaşamak konusunda ustalaşacağız ya da sürüneceğiz. Oyunun kurallarını değiştirme olanağımız, ne yazık ki yok!”

Eşimle “kıskançlık ve aldatma” konularını konuşuyoruz. İki durum da genellikle karşılanmayan “gereksinimler” ve “bazı istek ve beklentilerin” bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Ancak, kırk yıla yakın süren evliliğimizde, bu tür anlamsız sorunlarla karşılaşmadık. Çünkü saygı, sevgi ve güvenin hâkim olduğu bir ilişkide, bu tür sorunlara rastlanmaz.

Genç ve zinde kalmak üzerine, o kadar çok yazılıp çiziliyor ki... Genç göründüğüm konusunda çokça iltifat alırım. Bunun önemli bir bölümü kendime yaptığım yatırım ve düzenli yaşam. Belirli bir oranda genetiğin de katkısı olabilir. Altmış yaşında olup haftada yedi gün spor yapan çevrenizde kaç kişi var? Olabildiğince gülümseyen, önemsiz durum, sorun ve ayrıntıları zihninde pek fazla döndürmeyen ve dengeli yaşam konusunda çaba gösteren kaç kişi var?

“Bedel ödemeden, genç kalınamaz!”

Ferhat Jak İçöz, kitabında şöyle söz etmiş: “ ‘İnsan olmak’ demek, ötekine muhtaç olmak demektir.” Evet, gereksinimlerimizi açıkça dile getirmek daha uygunu. Peki ne oluyor da düşünce ve duygularımızı olduğu ve olması gerektiği gibi tanımlayamıyoruz? Temel ve öncelikli gereksinimlerimizin farkında mı değiliz?

Yazımın sonunda, özgüven konusuna da değinmek istiyorum. Lâl’in yaşamında kazanmasını dilediğim, ötekilere göre daha önemli özelliklerden biri “özgüven”... Özgüveni olmayan ve kendine inanmayan birey, hem kendine, hem de topluma zarar verir. Çocukluğumuzda ve çevremizde görüp duyduklarımızın neden bizim de başımıza geldiğini anlayamadığımızda, yetişkinlerin, yanı başımızda durmasına karşın onlara durumumuzu ya da sorunumuzu yeterince aktar(a)mamanın ve bazı sonuçların yetişkinliğimizde büyük ıstıraplar olarak döneceğini yakından ve daha iyi anlarız.

“Kötü kişiler vardır ama kötü çocuk yoktur. Ölümün, siyahı beyazı; ölümün ırkı, dini, dili, genci, yaşlısı yoktur. Ama çocuğun ölümü varsa orada yaşam yoktur. Orada adâlet ve vicdan yoktur, orada insanlık yoktur.”

Nietzsche’nin de muhteşem bir sözü vardır: “İnsanı parçalara bölerseniz geriye sadece kötü bir koku kalır. Başarısızlığın kokusu…”

Kendimize sorular sormanın, merakla bakmanın ve “hazır yanıtlara” yerleşmemenin bize getireceği en büyük armağan, kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı daha yakından tanımak olacaktır. Bunu başarabildiğimiz ölçüde yaşamdaki akışı yakalamak ve canlı kalmak olanaklı olacaktır.

Sokrates’in de dediği gibi…
“Sorgulanmayan yaşam, yaşamaya değmez…” (duruma gelir)

 

Sevgilerimle,

 

Taner Özdeş

---

Bu yazının dil bilgisi düzenlemeleri,
FaRkLaR Kılavuzu/Sözlüğü (FaRkLaR.net)
tarafından sağlanmıştır.

Comments powered by CComment

Bize Ulaşın

Halim Meriç İş Merkezi Cemal Sururi Cd. No:25/18 Şişli İstanbul

E-Bülten

E-posta adresinizi girin, size daha fazla bilgi gönderelim...

Ara