Yalnızlık!

Kişi, yalnız doğar ve yalnız ölür.

Ölümün farkına varana kadar, yaşamı sonsuz sanarak yaşar. Ne yazık ki, durumun komik ya da üzücü yanı, özgür olması gerekirken, ‘köle’ olarak yaşar. “Köleleştirirsin aldırmaz; ‘köle’ dersin, kaldırmaz.”

80’li yıllarda, yani gençliğimde, umut içinde yaşardık. Gelecek kaygısı yoktu. Bazı kesimler için geçim derdi vardı ya da yoktu ama “umut”, herkes için her zaman vardı. Umudun olduğu yerde, ‘özgüven’ ve ‘cesaret’ de vardır.

Geçen gün, bir eğitimim sırasında, konu, yeni kuşağa geldi. Bizim kuşak, çalışarak bir yere gelirdi. Para biriktirerek, araba, on beş - yirmi yılda, mütevâzı bir ev alabilirdi.

Bugün ise bırakın araba ya da ev almayı, geçinmek bile büyük dert. Belirli iş alanları dışında yirmi beş, otuz yaşlarında gençlerin geliri ancak kiraya ve yaşamını sürdürmeye yetiyor. Bu gençlerin, olanağı varsa ailesinin yardımı olmadan evlenmesi, çocuk sahip olması bugünkü koşullarda olanaksız. Sadece, istisna olarak, ancak belirli iş alanları ve mesleklerde nispeten daha iyi para kazanılabiliyor. Bu bazı kişilerin olanların sayısı çok da sınırlı.

Ekonomik koşulların kötüleşmesi, yeni doğan bebekler için bile önemli bir sorun. Öte yandan, salgın sonrası değişen ‘yaşam tarzları’, daha önemli bir sorunu da doğurdu. “Yalnızlık” ve “Hareketsizlik”...

Oksijen gazetesinde, “Dünyada yaklaşık bir milyar kişi, - her sekiz kişiden biri - zihin sağlığı sorunu yaşıyor ve bunların dörtte biri ergenlik çağında. Yalnızlık ve toplumsal yalıtılmışlık, bu durumun en önemli nedenlerinden biri olarak gösteriliyor.  (kaynak: Dünya Sağlık örgütü)

Çocuklar da ‘yalnızlık’ salgınının dışında değil. Dünya Sağlık Örgütü, günde on beş sigara içmek kadar zararlı olabilen yalnızlığı, ‘küresel sağlık sorunu’ olarak duyurup bu sorunla başa çıkmak için kurul kurdu. Son araştırmalarda çocukların ve ergenlerin yarısından fazlasının en azından bazı zamanlarda kendini yalnız gördüğünü ortaya koydu. ‘Yalnızlık,’ aynı zamanda daha kötü ekonomik sonuçlara da yol açıyor. Bir işte bağlantısız ve desteksiz olmak, daha düşük iş memnuniyeti ve performansına yol açıyor.

Son zamanlarda, ciddi bir tüketim çılgınlığı ve tüketim kültürüne yönelme söz konusu. Tüketimin daha da bireyselleşmesinin altında, tüketerek ait olmak ve bunun sonucunda da konum elde etme kaygısıyla daha fazla tükettiğimizi belirten uzmanlar, kişilik ve psikolojik unsurların etkili olduğunu vurguluyor.

Ezgi Çağdaş(Tüketici Davranışları Eğitmeni), “Şu an gözlemlediğimiz kadarıyla en fazla tüketim, bir üst gruba ait olma gereksinimiyle ve konum atlamak için gerçekleşiyor. Toplumumuzda gösteriş, çok görülen bir şey değildi. Fakat son zamanlarda, yoğun bir gösteriş söz konusu olmaya başladı. Bir de bireyselleşme söz konusu. Örneğin, eskiden eve bir şampuan alınırdı. Şimdi ise çoğu kişi, kendi özelliklerine göre farklı ürünler kullanıyor. Yani daha bireysel zevkler, bireysel güdülenmeler var. Bu nedenle de tüketimden keyif alınıyor. Çoğu kişi, hızlı tüketimi çok seviyor ve eşyasına duygusal anlamlar yüklüyor. Tüketiciler, ne yazık ki bu durumunu tatmin ettiğinden pek de haberdar değil!”

Derya Uludüz(Nöroloji Uzmanı), giderek artan sanal bağımlılığın, kişileri hızla yalnızlaştırdığına dikkat çekerek, “Bu durum da bedensel ve zihinsel hastalıkların tetiklenmesine neden oluyor.” diyor. Yakın zamana kadar kişisel bir sorun olarak görülen ‘yalnızlık’, bugün, teknolojik gelişmelerle birlikte küresel bir sağlık bunalımına dönüşmüş durumda. Bu sessiz salgının bireyleri giderek birbirinden uzaklaştırdığına dikkat çeken Derya Uludüz(Prof. Dr.), “Sanal ortamlar, toplumsallaşmayı engelliyor. Bu durum, zamanla derin yalnızlıklara ve artan stres de ciddi sağlık sorunlarına (kalp hastalıkları, çöküntü[depresyon] ve kaygı bozukluğuna) yol açabiliyor” diyor.  Altında yatan duygusal stres, beyin kimyasını etkileyerek çöküntü ve kaygı bozukluklarının artışına neden oluyor. Toplumsal destekten yoksun olmak, kişilerin olumsuz düşüncelere kapılmasına ve umutsuzluğa yol açabiliyor.

Eskiden, komşuluk ilişkileri, aile yemekleri ve dost sohbet buluşmalarıyla geçen yaşamımız, artık televizyon, bilgisayar ya da telefon karşısında geçirilen zamana dönüştü. Yani modern ve hızlı yaşam, bireyleri daha yalnız ve bireysel yaşama yönlendiriyor. Sosyal medyanın olumsuz etkileri de bu durumu kötüleştiriyor. Gerçek dünya ile sanal dünya arasında uçurum yaratan sosyal medya, arkadaşlıkları ve ilişkileri ekranlar arasında sıkıştırıyor. Flört sitelerinin sayısı her geçen gün artıyor. Çok sayıda evlilik bile sosyal medya ya da flört siteleri aracılığıyla yapılıyor.

Gerçek toplumsal etkileşimin azalması, bireyleri duygusal olarak da tatminsiz bırakıyor. Çevrimiçi(online) arkadaşlıklar, yüz yüze ilişkilerin derinliğini ve anlamını sunmaktan çok uzak kalıyor. Sosyal medya, kişileri daha fazla yalnızlaştırarak gerçek dostlukların önünü kesiyor.

İş dünyasında, çalışanlar tarafından yeğlenilen evden çalışma ya da melez (hibrit çalışma), şirketlerde sadakat ve takım çalışmasını öldürüyor. Bu akım, çoğu şirketi zor durumda ve çaresiz bırakıyor. Evden çalışma, giyim - kuşam kültürünü de olumsuz etkiliyor. Ev giysisi ile iş giysisi arasındaki fark, günden güne azalarak, rahatlık ve kolaylık yeğleniyor. Bu nedenle, günden güne nitelikli çalışan bulmak zorlaşıyor. İş görüşmelerinde, çalışanın ilk sorusu, “Haftada kaç gün işe gelmeliyim?” Görüşmeye kot ya da özensiz giysilerle gelen adaylar, saygısızlık yaptığının farkında bile değil!

İletişim, ‘yüz yüze’ ya da ‘telefon’dan çok, “Whatsapp”, ‘mesajlaşma’ ya da “sosyal medya” üzerinden yapılmakta. İletişimin bu biçimde yapılması, iletişimin niteliğini ve derinliğini olumsuz etkilemekte. Ne yazık ki, kitap okumak yerine farklı çevrimiçi ortamları izleme ve dinlemenin yeğlenmesi, kişilerin iletişim yeteneklerini ve ilişkilerini olumsuz etkilemekte...

İstatistikler, ‘yalnızlığın’ özellikle gençlerde yaygınlaştığını gösteriyor. Yakın zamanda yapılan bir ankete göre, 18 - 27 yaş arasındaki yetişkinlerin yüzde yirmi beşi, hiç yakın arkadaşı olmadığını belirtiyor. Sosyal olmak için birçok olanak bulunuyor. Çeşitli kültür-sanat etkinliklerine katılmak, spor etkinliklerine ya da gönüllü çalışmalara katılmak, hobi etkinliklerine yazılmak vb. Sosyal medya kullanımının bilinçli olarak sınırlandırılması, dijital arınma yapmak, teknoloji kullanımını sınırlayan uygulamalar kullanmak dışında arkadaşlarımızla toplumsallaşmayı, arkadaşlarımızı evimize davet ederek enerjimizi artıracağımızı ve mutluluk hormonu salgılayarak daha eğlenceli zamanlar geçirebileceğimizi aklımızda tutmalıyız.

Mark Hyman’ın(Dr.) gözlemleri şöyle; “Son yıllarda mutfaktan, evde yemek pişirmekten ve ailece yemek yenilen yemeklerden kopuyoruz. Gıda endüstrisi, mutfağımızı ele geçirdi - ABD’de her gün yaklaşık 85 milyon kişi, fast food restoranına gidiyor - ve bizi işlenmiş, hazır gıdalara alıştırdı. Oysa sevdiklerimizle düzenli sofraya oturduğumuzda bunun sağlığa, beslenme düzenimize, strese bile olumlu etkisi var. Ne yediğimiz kadar, nasıl yediğimiz de fark ediyor.  Dahası, haftada üç kez birlikte yemek yiyen ailelerde bile çocukların şişmanlık ve yeme bozukluğu oranı çok ciddi biçimde düşüyor. Aşırı-işlenmiş gıda tüketimi de düşüyor. Gıda, sadece bilgi değil aynı zamanda yakıt. Ne kadar nitelikliyse gövdemiz o kadar iyi çalışıyor.

Bebekler bile telefon ve tabletle oynuyor ama yemek yapmaya gelince çocuklarımıza öğretmiyoruz. Halbuki hem bizzat mutfağa girmek, hem de çocukları mutfağa alıştırmak çok önemli. Kültürümüzün belirleyici rolü olduğu kesin ama güçlü ve somut bir adım atmak istiyorsak, kendi evimizden başlamak gerekiyor.

Özetle, teknolojik çağda edindiğimiz yeni “alışkanlıkları” ne uğruna sürdürüyoruz?

“Daha çok hız, daha çok para, daha çok rahatlık ve daha az çaba.”

Mutluluk ise ne/ler gerektiriyor?

Daha çok çaba, güçlü aile bağları, sevdiklerimizle zaman geçirme, toplumsallaşma, paylaşma, başkalarına yardım etme, birlikte bazı şeyleri başarma ve birlikte nitelikli zaman geçirmek.

100 yaşına kadar yaşamak, uzun bir yaşammış gibi görünebilir ancak Harvard Tıp Okulu'ndan bir genetik profesörüne göre, bireylerin daha uzun yaşaması olanaklı.  Sinclair'e göre, bireylerin daha uzun yaşamak için yapması gereken ilk şey, "beslenme sıklığını azaltmak"... "Eğer tek bir şey söyleyecek olursam, sanırım sağlıklı yaşam süresini artırmak için yapılacak en önemli şey, daha az yemek yemek olur." diyen Sinclair, şöyle devam ediyor... "Günde üç öğün yemek yemeyin!"

Bir de ilk başlarda pek kolay olmayabilse dahi, her lokmamızı bir kere daha fazla çiğneyerek, ağzımızdaki süresini olabildiği kadar uzun tutarak, lokmayı katı olarak yutmanın değil içecek kıvamında içmenin önemini sürekli anımsayalım! Beslenmenin ilk kuralı olan, “Yediğini iç, içtiğini ye!” sözünü, “Yediğin, ‘kâr’; yemediğin, yarar!” sözündeki yarar ve “kâr” arasındaki farkı ve yanılgımızı anlayarak, “kâr” yerine yararı yeğlemenin önemini sürekli akılda tutarak yaşayalım... Şu çok önemli söz de zihnimizde, sağlam ve sürekli bir yerde durmalı... “Çok (ve hızlı yiyen), az tad alır; az (ve daha yavaş yiyen), çok tad alır.” Daha sağlıklı bir yaşam biçimi için sonraki önemli adım da sık sık “hareket/spor” tabii.

Uzun yaşayanların üçüncü sırrı ise güçlü aile bağları, güçlü ilişkilere ve toplumsal çevreye sahip olması. Dostlara ve doğru arkadaşlara sahip olmaları. Toplumsal ilişkilerin, duygusal, manevi ve psikolojik açıdan sınırlı kalmayıp biyolojik açıdan da belirleyici olduğunu biliyoruz. Yalnızlık, dünyanın en azılı katillerinden biri. Üstelik gen tanımı üzerine yapılan çalışmalar da toplumsal bağların doğru genleri etkinleştirmekte çok etkili olduğunu gösteriyor.

Yaşam alışkanlıklarımızı tekrar (tekrar) gözden geçirmenin zamanı geldi ve geçiyor. Nereden başlamalıyız? Evde! Çocuk yaşlardan itibaren, sorumlu tüketim bilinci, önemli geleneksel değerler, çocuklarımıza öğretilmelidir. (Sofrada yeme kültürü vb.) Bunun dışında, toplumda okullardan başlayarak, yaşamın her alanında etkinlikler düzenlenerek, zihinsel sağlık, tüketim, beslenme alışkanları ve sosyal medya, dijital aygıtların sınırlı kullanılması konularında bilinçlendirilmelidir.

Yaşam, hızlanıyor. Uzuyor. Ancak, yaşamın niteliği, anlamı ve ilişkilerin derinliği yok olurken, teknoloji, internet ve sosyal medya kaynaklı yeni “alışkanlıklarımız”, bizi sadece daha da yalnızlaştırmıyor; aynı zamanda, yaşam süremizi, zihin sağlığımızı ve genel sağlığımızı da tehdit ediyor!

Sevgilerimle,

Taner Özdeş 

---

Bu yazının dil bilgisi düzenlemeleri,
FaRkLaR Kılavuzu/Sözlüğü (FaRkLaR.net)
tarafından sağlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

Comments powered by CComment

Bize Ulaşın

Halim Meriç İş Merkezi Cemal Sururi Cd. No:25/18 Şişli İstanbul

E-Bülten

E-posta adresinizi girin, size daha fazla bilgi gönderelim...

Ara