Kendimizi Tanıyalım ki, Kendimizi Sevelim ve Kabul Edebilelim!

60 yaşıma beş ay kaldı. “Kendimi ne kadar tanıyorum?” diye çoğumuz gibi tekrar tekrar düşünmemiz gerekiyor.“Önyargılarımı ve tepkilerimi” ne kadar denetleyebiliyorum? En çok kullandığım yöntem,“özümden uzaklaşmak, dış dünyanın beklentilerine yanıt vermek” yerine düşünce, duygu ve davranışlarımı sorgulamaya, geliştirmeye ve değiştirmeye odaklanmak.

Kendimizi tanıma yolculuğumuz bitmez ve bitmemeli de… Öte yandan, özümüze de yakın olmak isteriz.

Çoğumuz, özünde sevgi dolu, meraklı, kendine güvenen ve kendini ifade eden/edebilen kişileriz.Öte yandan, kişi, toplumsallığı nedeniyle yaşamını sürdürmek için öteki bireylere de gereksinim duyar.

Bebekken daha çok gülerdik. Kendi yansımamızı gördüğümüzde aynaya doğru emeklerdik. Kişi, kendine ilginç gelen şeylere ve (öncelikli) gereksinimlerine doğru ilerler.

“Kendim” diye bildiğimiz çoğu şey, bize dış dünya tarafından sunuluyor. Çocukken, çevremizdekilerin bize ne söylediği ya da nasıl davrandığı, kendi deneyimimizdir. 0-6 yaş aralığında,zihnimiz, öteki yaş ve deneyimlerimize göre daha yoğun biçimlenir. Bilinç dışımızda oluşabilen bazı yoğun “inançlar”, “kaygılar”, sınırlar ve değerler, daha çok, çevremiz ve yakınlarımız tarafından bize aktarılır. Bunun dışında, kuşaktan kuşağa aktarılan duygusal ve psikojenik kalıtlar da bilinçdışımıza aktarılır. Yaşamımızda sürekli bazı aynı senaryolar tekrarlanır ve bunları neden yaşayıp durduramadığımızı sorgularız. Son yapılan araştırmalar,kalıtsal aile travmalarının etkisinin de bir kuşaktan öteki kuşağa geçebileceğini aktarmaya başladı.

Beynin işi, özünde veri toplayıp davranışları uygun bir biçimde yönlendirmektir. Kararın verilmesinde bilincin devreye girip girmemesi bazen durumu değiştirmez. Zihinsel alanımız içinde olup bitenler, bazen bilincimizin denetimi dışında gerçekleşir. Bilincimiz ne kadar belirleyici ve öncelikli olsa da bazen ikinci sırada kalabilir. Ayrıntılara girmeye kalktığımızda olan biteni yeterince kavrayamabileceğimizden, işlemlerin verimi düşer. Parmaklarımızın piyano klavyesi üzerinde nereye zıpladığına kafa yormaya başlarsak, parçayı çalamaz duruma geliriz.Kırkayağa sormuşlar: “Nasıl oluyor da yürürken ayakların birbirine karışmıyor?” diye. İşte o günden sonra kırkayak, yürüyememişEğer okulda zorbalığa maruz kalırsak, ırkçılıkla da uğraşabiliriz. “Bu kişilerin sorunu var.” demeyiz. “Sorun bende olsa gerek.” gibi yanlış çıkarımlarda bulunabiliriz. İşte her şey burada başlıyor. Herkesin başına gelebiliyor.

Düşündüklerimiz, duyumsadıklarımız ve yaptıklarımızın çoğu bilincimizin dışındadır. Bilinçsizce yaptığımız pek çok şey, içgüdülerimiz tarafından da yönlendirilebilmektedir. Bebekleri şirin olarak görmek, düşünce ve duygularımızın yanı sıra iç güdülerimizdendir.

Dünyayı tahmin ettiğimiz ölçüde zengin ayrıntılarla görebiliyor muyuz?

“Elbette,Hayır.”

Kendimizin gerçekten sevmediğimiz yanları da vardır. Bu nedenle de kendimizi gerçekten olduğu gibi ve bazı açılardan kabul edemeyebilir ve sevemeyebiliriz. Bu da bazen yanlış kişileri çekmemize ya da yönelmemize neden olabilir!

Bazılarımız da çok ayrıcalıklı ve olanakları yüksek bir çocukluk yaşıyor ya da doğru kişilerle tanışma fırsatı buluyor. Opera sanatçısı ve şef Barbara Hannigan, Oksijen dergisinde yayımlanan söyleşisinde, “Fırsat eşitliği ile ilgili ne düşünüyorsunuz?” sorusuna şu yanıtı vermiş: “Kanada’nın doğusundaki ufak bir köyde büyüdüm. Bu beş yüz kişilik kasabada ekonomik olarak her sınıftan birey vardı. Ama öncelikli olan, müzik öğretmeniydi. Hangi aileden, “sınıftan” geldiğimizin bir önemi olmadan hepimizi bir araya getiriyordu. Bu yüzden, daha çocukken, müziğin,“sıra düzenden” uzak olduğunu kavradım. Fakat kente taşındıktan ve şefliğe başladıktan sonra çoğu kişinin kadın olmama odaklandığını fark ettim. En başta şaşkınlık duysam da sonradan değerini anladım. Tüm bu önderlik konumlarında eşitlik sağlanana kadar konserlerime gençleri davet etmeye çalışıyorum. Çünkü gençlerin, sahnede bir kadını önder olarak görmesi, onları cesaretlendiriyor.”

Bazılarımız da fiziksel şiddete maruz kalıyor ya da kimse yanımızda olmuyor.

Gerçek benliğimizi bulmak ve genişletmek, kendini tanımanın çok kısa bir özeti. Ailemiz, çevremiz, kültürümüz ve yaşadığımız yer kaynaklı edindiğimiz çok sayıda deneyim, tepki, inanç ve değerler, bize ait olmayan etiketlerin sanki bizim benliğimizmiş gibi algılamamıza neden olabiliyor.

“Ben kimim?”, “Ne istiyorum?”, “Neye gereksinimim var?” gibi güçlü sorular, içimize dönmemizi ve kendimizle yüzleşmemizi de sağlar. Herkes bu kadar bilinçli olacak kadar olanaklı olmayabilir!

Duyu verileri, düşünce ve duygularımız yoluyla kendimizi de daha iyi tanımaya çalışırız. Çoğu kişi, düşünce ve duygularını dikkate almaz ya da bazılarını bastırır. Düşünce ve duygularımız, sezgilerimiz ve bilinç dışımız, ne istediğimize ya da istemediğimize, yanlışı doğrudan ayırmamıza ve daha uygun yeğlemeler yapmamıza yardımcı olabilir. Çoğu kişi ise dış dünyanın istek ve beklentilerine göre (maske takarak) ya da yaşamadan hareket eder, davranır.

Geçen gün, bilgi teknolojileri konusunda uzman bir müşterimle sohbet ediyordum. “Yapay zekâ, insan için bir tehdit midir?” konusunda sohbet ediyorduk. Söylediği şey, çok mantıklıydı. Yapay zekânın insanın yerini alması için birinin ona öğretmesi ya da deneme yanılma yöntemiyle uzun süre kendini geliştirmesi gerekir. Bugün, çoğu yazılımı daha akıllı duruma getiren, yine insandır. Yapay zekânın en önemli artısı, çoğu kişide görüldüğü gibi “dürtü ve duygularına” yenilmemesidir.

Milyonlarca takipçisi olan, New York Times en çok satan yazarlarından biri, “High 5 Habit” ve ”The 5 Second Rule” kitaplarının yazarı, 63 yaşındaki Mel Robbins de şöyle diyor: “Kişisel olarak, kendi içsel konuşmalarımla ve çocukluğumdan gelen sevgi, ebeveynlikle ilgili pek çok konuda kendimle mücadele ettim. Zihnimize hâkim olabiliriz, kendi yolumuzdan çekilebiliriz. Yaşamın amacı, kendimizi özgürleştirmektir. Bu pek kolay olmayabilir. Çoğumuz nasıl yapacağımızı öğrenmiyoruz. Tıpkı gövdemize nasıl bakacağımızı öğrenemediğimiz gibi, zihnimize nasıl bakacağımızı da öğrenemiyoruz. İçsel çalışmalarımızı nasıl yapacağız?Gereksinimim olan sevgiyi alamadım. Etrafımdaki yetişkinlerden gereksinim duyduğum ilgiyi görebilmek için takla atmam gerekiyordu. Sözcüğün tam anlamıyla kendimi unutmam gerekiyordu.”

Montaigne’nin şu sözü ne kadar da doğru...“Kendimizle aramızdaki fark, bir başkasıyla aramızdaki fark kadar büyüktür.”

Descartes’e göre, zihin, gövdenin bir parçası olan beyinden ayrı bir var olan.Oysa modern bilim, bilincimiz dışında bir evrenin hatta bir “uzayın” beynimizde var olduğunu söylüyor. Bilincimiz, tek başına kendimiz olarak artık eksik olduğunu bize düşündürüyor. Thomas Aquinas’ın dikkatini çeken şey, akılcı düşünceyle pek de ilgisi olmayan onca davranışın var olduğuydu. Espriye aniden gülmek, ayakla ritim tutmak ya da hıçkırmak gibi.

“Hastalık dediğimiz şey,yaşadıklarımızdaki bazı yüklerin, zorlukların ve sorunların, gövdemizin ve zihnimizin taşıyabileceksınırlarını aşmasıdır.”

Yaratıcılığımızı harekete geçirmekten gündelik sorunları çözmeye, zorlu koşullardan yeniden başlama gücünü bulmaya kadar, yaşamın her aşamasında sahip olunabilecek en güçlü dayanak, “özgüven”dir. Özgüvenli çocuklar yetiştirmek, bilinçli anne ve babaların yapması gereken en önemli sorumluluktur.

Düşük özgüvenli kişi, demokratik, saygı gösterilen, sevginin hüküm sürdüğü bir ortamda büyütülme olanağına sahip olmadığından, kendine ve dolayısıyla çevresindekilere, saygı ve sevgi ile yaklaşamaz. Uyumsuz ve saldırgandır. Bu kişi, güvensizliğini aşan bir güven maskesi altında saklayıp”küçük dağları ben yarattım” tavrı sergileyebilir. Hiç bilmediği konularda ahkâm keser, herkese tepeden bakar, alay etmek ve küçük düşürmekten zevk alır. Oysaki yüksek özgüvenli kişi, koşullar ne olursa olsun, huzurlu ve yapıcıdır. Yaşamak, yıllardır benimsenmiş rahat bir giysi gibidir onlar için.

Anlattığım bunca dış sorunla, bilinçdışımız tarafında bize aktarılan, bazı düşünce ve duygularla nasıl baş edebiliriz? Verilerimiz, gövdemizdeki bir ya da birkaçduyumla başlar. Sinir sistemimiz, önce etraftaki ipuçlarını yakalar. Sonra zihnimiz, bu duyuları anlamlandırmaya çalışır. Bu anlamlandırma, genellikle olumsuz bir yorumlama olur ve bu da olumsuz bir tepkiyi tetikler. Çok sinirli, düşük enerjili, depresif ya da kaygılıolduğumuzda dışarı çıkıp tek başımıza yürürsek, on dakika içinde kendimizi daha farklı hissederiz. Bunun nedeni, fizyolojik durumumuzu değiştirmemizdir. “Fizyoloji” değiştiğinde zihnimiz de rahatlar. “Konuşma terapisi” başka bir yöntemdir.

Her an olmak istediğimiz kişi olmayı yeğleyebilmeye de “davranışsal etkinlik terapisi” deniliyor.Örneğin, maraton koşucusu olmak istiyoruz. Bunu yapmak için bir maraton koşucusunun yapacağı gibi davranmaya başlamak gerekiyor. Onlar ne yapar? Koşu ayakkabıları vardır. Genellikle her gün dışarı çıkarlar. Farklı beslenme yöntemleri olabilir. Yüksek olasılıklabizden çok daha farklı sosyal medya sayfalarını takip ediyorlardır. Çoğunluktan farklı saatte uyanıyorlardır. Dolayısıyla bugün olmak istediğimiz kişi gibi davranmaya başlarsak zihnimizde ve yaşamımızda ilginç bir şey olur. Beynimiz ve zihnimiz, bizi yeni bir şey yaparken gördüğünde, bizimle o yeni kişi olarak ilişki kurmaya başlar.

Albert Einstein, keman çalmaya bayılırdı: ‘’Çoğu zaman, müziğin içinde düşünüyorum. Müziğin

içindedüşlere dalıyorum. Yaşamımı müzik terimleriyle görüyorum… Bana en büyük yaşama sevinciveren şeyin keman olduğunu biliyorum.’’ Çevresindekiler, Einstein’ın ne kadar iyi keman çalıp çalmadığı üzerinehemfikir değildi. “Çoğunluk”, onun oldukça kötü çaldığı düşüncesindeydi. Çağdaşları arasındabiraz daha hoşgörülü olanlar ise ‘’çok duygulu’’ çaldığı yorumunu yapıyordu. Doğrusu,

Einstein, müzisyen değil de fizikçi yanını sürdürerekdaha doğru bir yeğlemede bulunmuş. Ama bu iki

ilgi alanının da zevkini sürmenin bir yolunu buldu: Mesleğinde,daha güçlü yanına, fiziğe odaklandı.Özelyaşamında ise tutkusundan, yani keman çalmaktan hiç vazgeçmedi. Böylelikle kötü çalmasının da zararıyoktu. “Müzik, araştırmalarıma etki etmiyor.İkisi de aynı arzu kaynağındanbesleniyor ve bana sundukları rahatlamada birbirini tamamlıyor.” diye yazıyordu Einstein.

 

Einstein olmak bile tek başına yetmiyor.Bu yaşam yolculuğunda, başarmamız için kendimizden (özümüzden) vazgeçmememiz, kararlı ve azimli olmamız gerekiyor! Başarı için kendimizi tanımakçok önemli!

Yaşam, bir yolculuktur. Kişinin beyni ve zihni, hem dirimsel, hem zihinsel, hem de toplumsallıktan oluştuğundan, bilinçdışımız (kalıtımsal olanlar, 0-6 yaş kayıtlar ve birçok ayrıntıdan oluşmaktadır) ve dış dünyanın etki ve beklentileri ile mücadelemizde bize yardım edecek en önemli dostlarımız, amaçlarımız, hedeflerimiz ve güçlü yanlarımıza odaklanabilmemizdir. Kendi yolculuğumda, kararlılıkla, azimle ve amaçlarımla düşünce ve duygularımın kılavuzluğunda ilerlemeye ve özümü korumaya çalıştım. Olumlu düşünebilme alışkanlığı, kişileri sevmek, bilgi ve deneyimlerimi cömertçe paylaşarak, en önemlisi yaşadığımı her ana şükrederek ve sürekli gülümseyerek bu yolculuğumu olabildiği kadar eğlenceli, tatmin edici ve mutlu olarak gerçekleştirmeye devam ediyorum.

 

60 yaşımda öğrendiğim en önemli öğreti, bir kişinin en önemli özgürlüğü, zihin ve gönlünün özgür olmasıdır.Bu ne anlama geliyor, “Yapmak istediklerimi yapabilmek, yapmak istemediklerimi yapmayacak olanaklara ve koşullara sahip olma anlamına gelen özgürlüğü yaşayabilmektir.”

 

“Malımızdan vermek, az vermektir. Kendimizden ve geciktirmeden vererek gerçekten vermiş oluruz.”

 

 

Sevgilerimle,

 

Taner Özdeş

 

---

Bu yazının dil bilgisi düzenlemeleri,
FaRkLaR Kılavuzu/Sözlüğü (FaRkLaR.net)
tarafından sağlanmıştır.

 

Comments powered by CComment

Bize Ulaşın

Halim Meriç İş Merkezi Cemal Sururi Cd. No:25/18 Şişli İstanbul

E-Bülten

E-posta adresinizi girin, size daha fazla bilgi gönderelim...

Ara