Ülkemizde, futbol, siyaset,çok para kazanan iş insanları ve sanatçılar her zaman gündemin en önünde yer alır. Başarı öyküleri, doğa, iklim, uluslararası konular, kariyer, spor, sanat, bilim ve kişisel gelişim, zaman zaman gündeme gelir ve kısa süre sonra popülerliğini yitirir. Geçtiğimiz yüzyılın en büyük deprem felâketi ve yanıbaşımızdaki Ukrayna-Rusya savaşı bile gündemi uzun süre meşgul edemedi. Medyanın ilgisini kaybetmesi ile de toplumun ilgisi hızlıca başka konulara yönelir. İstanbul depreminin, Hatay/Adıyaman/Kahramanmaraş’taki deprem haberlerinden medyada daha çok yer almasını mantıkla/duyguyla (hatta insanlıkla) açıklayamayız.
Ne yazık ki futbol ve “siyaset”, hiçbir zaman gündemden düşmez. Üç büyüğün maçı olduğunda, yaşam durur. Seçim arifesinde, sadece seçim konuşulur. “Bireysellik”, toplumumuzda yeterince teşvik edilmez. O nedenle, çocukluktan itibaren güçlü olmak için bir grubun parçası olmanın getirilerini öğreniriz. Dernekler, tarikatlar, futbol kulüpleri, siyasi partiler, mezun derneklerine üye olarak kendimizi “daha değerli ve güçlü sayarız”.
Erol Göka(Doç. Dr.), Türkler’in genellikle bireysellikten uzaklaşarak bir grubun parçası olma yoluyla kendini bir etnisiteye, mezhebe, dine, sınıfa ya da partiye ait görmekle “daha iyi kabul ettiğine” dikkat çekmiş. Bu“kolektif aidiyet”, onların mutluluğa uzanma tarzı gibi görünüyor. Oysa çoğu kez bireyin önemini unutturan kolektivizm, mutsuz birey ve toplumları oluşturan yönetim sistemlerinde geçerli oluyor.
Türkler’in başka bir özelliği de kıskançlık ve öteki tarafın düşüncesini beğenmediği zaman“aşağılama huyu” ya da saldırmak ve suçlamak ne yazık ki.
Sanatçı ve köşe yazarı Zülfü Livaneli, şöyle diyor:
“Başarılı-başarısız, zengin-fakir, asker-sivil, siyasetçi-gazeteci, kentli-köylü, sağcı-solcu herkes için yaşam, cehenneme döndü. Hiç kimse huzurlu değil.Siyasetçilerin üslûbuna bakın. O makamlara gelmiş olmalarına karşın nasıl bir tatminsizlik ve öfke içindeler.Köşe yazarlarının bir bölümü kıvranıyor. Hastalıklı bir durum alan krizlerini saklamayı bile beceremiyorlar artık. Sporla ilgili olan herkes birbirine sövüp duruyor. Sokaklarda ise kan gövdeyi götürmekte.
Tüm bunların tek bir nedeni var: “KISKANÇLIK”.
Ne yazık ki, Türkler çok kıskanç bir toplum. Bunun da nedeni, kendi için değil başkaları için var olma geleneği. Türklerin çoğu, kendi iç değerlerine göre yaşamaz, kendini yargılamaz, vicdan hesaplaşması yapmaz.Türk kültüründe, suçluluk değil utanç daha önemli yer tutar.
‘Kimse görmediyse suç yoktur’. Bireylerin çoğunun içi boş, yani bir iç dünyaları yok.
Başkalarının onları nasıl değerlendirdiği, temel soru. Bunun için de birçok kişi, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışıyor. Kendine güven az. Bunun sonucu olarak da her an yaralanmaya açık ego çok yüksek.”
Ülkemizde yeterli sermayenin olmaması, nitelikli bir eğitimin pahalı olması, barınma ve yaşam pahalılığı nedeniyle, özellikle Anadolu’dan farklı hayaller ve hedeflerle göç eden gençler, maddi ve zorunlu gereksinimlerini karşılamak için yanlış kişilerin eline düşebilir ya da yanlış arkadaşlar edinebilir.
Bireyin geleceğini ne belirler? Genetik kodu, anne ve babası, kardeşleri, akrabaları, yaşadığı yer ve çevre, yaşadığı kültür, evde aldığı eğitim, okulda aldığı “öğrenim, eğitim” ve arkadaşları. Sonra da iş dünyasında ve sosyal çevresindeki öğrendikleri ve deneyimledikleri. Türkiye ve benzeri gelişmekte olan toplumlarda, çevre ve kültürün etkisi çok yüksektir. “Bireysellik”in önemi ve değeri yeterince anlaşılmadığından, çoğu birey, topluluk ya da grupların etkisinde hareket etmek ister. Önder, her alanda çok önemlidir.İster sosyal, ister aile, ister iş dünyasında,“kim önderse onun dediği olur”. Birey, uyum sağlayarak gruptan gelecek tepkilerle yüzleşmek ya da dışlanmak istemez. Birey, kendini güvende görmediği sürece bireysel davranmaz.
Bir gün bir danışanım, köyden İstanbul’a geldiğini, kalacak yeri ve parası olmadığından, tarikatların eline düştüğünü fakat çok sonra, o sürecin farkına vardığını anlattı. Adını veremeyeceğim danışanım, şu anda genç yaşına göre bir üst düzey yönetici. Kendine, o zaman, kalacak yer ve geçinmesi için yardım yapılmış. Karşılığında çok zeki olduğundan, öğrencileri (savcı, doktor, hâkim vb.) üniversite sınavına hazırlamış.Yaptığı işin ileride ülkesine ne kadar zarar vereceğini bilmeden.
Türkiye, çok zengin bir kültüre sahip... Ermeni, Musevi, Sünnî, Alevî, Kürt, Bulgar göçmeni, Selanik göçmeniolarak başlıcalarını sayabiliriz. Bu zenginliğin en iyi örneğini, depremde en çok zarar gören Hatay’da görebiliriz. Hatay, yüzyıllar boyunca pek çok farklı topluluklara ev sahipliği yapmıştır. Bu nedenle farklı etnik kökenleri, dinleri, inanışları ve dilleri bünyesinde barındıran bir kenttir. Hatay’da farklı topluluklara ait gelenekler, inanışlar ve âdetler zaman içinde karışmış, biri ötekini etkilemiştir. Çok kültürlü bu kentte, öteki din ya da dillerden etkilenmemiş, tümüyle saf bir âdetten ya da gelenekten söz edilemez. Bu etkilerden biri de dil kullanımında ortaya çıkmıştır. Bölgede yıllar boyunca bir arada kullanılan Arapça ve Türkçe birbirinden çok şey alıp vermiştir. Günlük yaşamları içinde iki dili de aynı anda kullanan bireylerin, iki dil arasındaki geçişleri, farklı ağız özelliklerini ortaya çıkarmıştır.
Bu kadar farklı bireyin bir arada yaşaması büyük bir zenginliktir. Türkiye, bulunduğu coğrafya, kendine yeten tarım alanları, denizi ve güneşi ile çok yüksek koşullara sahip bir ülkedir. Bunun değerini yeterince biliyor muyuz? Öte yandan, göçebe olması nedeniyle de güvensiz bir toplumdur. Güven, adâlet, ahlâk, örf ve âdetler, toplumun en güçlü değerleridir.
Şirketimizde, zaman zaman çalışanlarımızla “değerler” üzerine değerlendirmeler yaparız. En önemlisi de “ADÂLET” çıkar. Yaşadığımız en önemli sorun ise “DEĞERSİZLİK”. Samimi olarak yazıyorum.Yaşamım boyunca annem ve babam da dahil olmak üzere kimse beni değersiz hissettiremez. Kendime güvenim yeterlidir. Gücümü, özsaygımdan ve özdeğerimden alırım. Özsaygım da özgüvenimi besler.
Seçimlere gelecek olursak, bu konuda da daha samimi ve açık olacağım. Atatürk’ten beri ülkemizin doğru ellere teslim edilmediğini düşünüyorum. Kötünün iyisine râzı ediliyoruz. Seçime giderken, “içim rahat mı?”Ne yazık ki değil.
LinkedIn’deki bir paylaşım ilgimi çekti. “Depremden sonra ne değişti?” Bu kadar büyük bir felâket bizi uyandırmazsa birbirimize kenetlenmemize neden olmuyorsa başka ne olabilir? Sonuçlar benim açımdan bir şok etkisi yaratıyor.
- Hiçbir Şey Değişmedi 13%
- Daha Dikkatli ve Hazırlıklıyım 9%
- Düşünceli, Kaygılı ve Kırılganım 57%
- Başkalarını Daha Çok Düşünüyorum 21%
Başkalarını daha çok düşünüyorum. Sadece, yüzde 21!
Bu sonuçlar, çok da şok edici değil. Sevgisiz ve değersiz bir birey, başkalarına ne kadar zihnini ve kalbini açabilir?
Seçim konusunda, LinkedIn’de bir anket düzenledim. Cumhur ve Millet İttifakı önderini, Kararsız ve Oy vermeyeceğim seçeneklerini ekledim. Olumlu ve olumsuz çok sayıda yorum geldi. Kılıçdaroğlu’nun %70 oy alması sonunda, şöyle bir yorum geldi: “Sizin sayfanızda ya da sizi takip edenlerin oyları belirli.”
Kime oy vereceğimi bilmeden, hemen bir suçlama ve önyargı.
Mutlu olabilmenin herhalde en önemli yanlarından biri, kişinin kendi yaşamını sürdürebilmesi, kendi ahlâkî ve vicdanî değerleriyle var olabilmesi. “Böyle yaparsam başkaları nasıl bakar?”, “el âlem ne der?” gibi dış dünyaya ait ölçütleri temel almaması.
Ailede alınan eğitimin yerini hiçbiri alamaz. Nezaket, etik değerler, saygı, sevgi, ahlâklı olmak...Bunları en çok da evde öğreniriz. Bunun dışında kimleri örnek alırız? Her alandaki önderleri. Örnek aldığımız önderler, yanlış tutum ve davranış içinde olursa bireyin doğru davranış ve söz sahibi olması ne kadar olası?Bu tür önderler, toplumu birleştirmek yerine ayrıştırır.
Yakından tanıdığım Fehmi Atican, son “Ehliyet” adlı yazısında, “oy kullanmak” konusuna çok önemli bir bağlamda yaklaşmış. 14 Mayıs seçimlerinde, 19 yaşına girmiş çok sayıda genç oy kullanacak ve bu oylar, seçim sonuçlarını oldukça etkileyebilecek sayıda. Yazısında söyle demiş: “Bir işin ehli olmak, liyâkat. Hangi konularda ehliyetimiz olmalı? Aile kurmak, çocuk yapmak, oy vermek konularında ehliyetimiz olmadan olur mu? Adâlet ve ahlâk sahibi olarak toplum içinde yaşamanın önemi...Herhangi biriyle iletişim kurmaktan âciz kişiler, aile kurmaya çalışıyor. Sonu acı ve hüsran. Bazen taraflardan birinin ötekini öldürmesiyle bile sonuçlanabiliyor ne yazık ki. Bırakın eğitim vermeyi, almaktan âciz kişiler, çocuk sahibi oluyor. Gencecik çocuklar, zehirli bir ortama doğuyor. ‘Çocuk nasıl yetiştirilir?’ ehliyeti gerekmiyor mu? Peki ya oy vermek için ehliyetin gerektiğini, seçme ve seçilme hakkını ‘kullanmaktan vazgeçen bireyler’ kanıtlamıyor mu?”
Seçime gidiyoruz. Anayasa’ya ve seçim kurallarına ne kadar uyulacak? Yaşamış olduğumuz depremin gücü normalin çok üstündeydi. Ya binalar? Binaların yapılmasına izin verilen yerler?Denetleme yapmayan yetkililer. Malzeme çalan müteahhitler. Ülkemizde, 455.000 müteahhit olduğunu biliyor muydunuz? Almanya’da, bu sayı sadece 3,000!
Ülkemizde, “özgürlük” kavramı ile uygar ülkelerdeki özgürlük kavramı arasında farklar var. Özgürlük, gece yarısı arabanızın camlarını açıp sevdiğiniz bir parçayı yüksek sesle dinlemek değildir ya da hangi nedenle olursa olsun başkalarını rahatsız edecek düzeyde kornaya basıp yüksek sesle bağırmak. Kaldırımlarda ya da trafiğe ters bir biçimde motor sürmek değildir. Toplum içinde kurallara uymak ve çevremizdeki kişilere saygılı bir tutum içinde olmaktır. Kaba değil kibar ve saygılı olmaktır. Özgürlüğün ilk ve olmazsa olmaz koşulu da davranışının ve sözünün sorumluluğunu almaktır/alabilmektir.
Yere sigara atmak, tükürmek, çöp yerine yere atmak, kaldırım yerine yolda yürümek, sürekli gereksiz yere tartışmak, kırmızı ışıkta karşıya geçmeye çalışmak, araba kullanırken başkalarının haklarını ihlâl etmek. Bunların neredeyse hepsi, çevremizden ya da TV ’de film ve dizilerden öğrenilmiş yanlış davranışlardır.
Uzun zamandır görmediğim ve yurtdışında yaşayan bir arkadaşım, dün LinkedIn’deki bir paylaşımıma denk gelmiş. Mesaj attı ve bir sabah buluşmak üzere sözleştik.Eski bir yatırım bankasının üst düzey yöneticisiydi, sonra kendi işini kurdu. Yurtdışında zamanını Los Angeles, Londra ve altı ayda bir Hindistan'da geçirdiğini söyledi. Suudi Arabistan'da yaşıyor. Yoga, meditasyon ve kendi üzerinde birçok farkındalık çalışması yapıyor. Sabah, 03.30'da ya da 05.00'te kalkıp 40 dakika meditasyon yapıyor. 7 ilâ 9 arası sonrasında yürüyor. İşi çok ancak internet üzerinden Amerika saatine göre yönetiyor. Bir sabah, Maçka Parkı’nda, sabah 7'de yürüyüş yapmak için buluştuk.Tüm konuşmayı anlatmayacağım tabii.
6 yaşındaki kızın evlendirilmesi, barınaklar, göç olayı. Bakış açısını sordum. Nedeninin, "Cahillik" ve "Bilinçsizlik" olduğu görüşünü paylaştı. Bu sorunların, gittiği çok sayıda yerde de olduğunu söyledi.
- "Londra'da, İngilizler yaşamıyor!"
- Ya "Türkiye, ne olacak?"
- "Çok iyi bir gelecek bekliyor!"
- "Neden?"
- "Merhamet, ülkemizdeki çoğu kişi cahil olabilir. Ancak, bu topraklarda yaşayanların en önemli ortak noktası, merhametli olması. Bu da bambaşka bir durum ve tutum."
Yazımı nereye bağlayacağım? Türkiye’nin bir “cennet” olduğunu kimse inkâr ya da gözardı edemez. Gereksinimimiz olan her şeye sahibiz. Temel gereksinimimiz, birlik ve beraberlik. Bu cennet topraklarda çok sesli, çok kültürlü bir topluluk yaşıyor. Almış olduğumuz göç dalgası ile kültürümüz tehdit altında. Değerlerimizi, örf ve âdetlerimizi, en önemlisi de içimizdeki şefkati, insan sevgisini, hoşgörülülüğü, yardımseverliği kaybetmememiz gerek.
Seçimler için bir araya gelen 6’lı masa, eğer başarabilirlerse bu çok sesliliği temsil ederek bir ilke imza atacak. Biz ve onlar, dinci ve Atatürkçü, Alevî ve Sünnî, müslim ve gayrimüslim tutumu çok zarar verir. Depremde nasıl birlik ve beraberlik ile içimizdeki insani duygularla, kim olduğumuzu, neye inandığımızı düşünmeden dayanışma duygularıyla hareket edebiliyorsak, bu tutumu her alanda yaşama geçirmeliyiz. Seçim de bizi birbirimizden ayırmamalı.
Bu akşam, bu yazıyı yazdıktan sonra taksiye bindim. En az on taksi boş olarak önümden geçti. Yüzüme baktılar ama beni ve eşimi almadılar. Hiçbir kurala uymadılar. “Bazı kişiler nasıl da böyle oldu?” diye söylenmeyelim. “Bunu nasıl düzeltebiliriz?” diye düşünelim.
Arabaya bindim, taksi şoförü sürekli her şeyden şikâyet ediyordu. “Ekonomi batıyor!” şikâyeti. Sonra, konuyu seçime getirdim. Söylediklerim hoşuna gitmedi. “Bakın, burada ne yazıyor!” dedi. “Siyaset konuşulmaz!” yazıyordu. Tartışmadan, farklı görüşleri dinlemeden, “ben en doğrusunu bilirim” bakış açısı bizi sadece birbirimizden uzaklaştırır. Uzlaşma kültürü olmadan da toplum olarak ileri gidemeyiz. Uygar ülkeler seviyesine gelemeyiz. Bu seçim, umarım bir ilk olur.
Zülfü Livaneli’nin de köşesinde dediği gibi...
“Türkiye, cennet olabilirdi.” diyor ve yazıda şöyle devam ediyordu:
“Ama olamadı. Umarım, bu sefer olur…”
Sevgilerimle
Taner Özdeş
---
Bu yazının dil bilgisi düzenlemeleri,
FaRkLaR Kılavuzu/Sözlüğü (FaRkLaR.net)
tarafından sağlanmıştır.
Comments powered by CComment