“İş, Ben Demek” Değil!

Zaid Khan’ın, “Sakin Çekilme(Quiet Quitting)” Tik Tok videosu, dört milyon kişi tarafından izlenmiş. Bu kaydın yalın özeti, “Maaşın ve iş tanımın kadar çalış!”. Bu kaydı izlememiştim. Ancak, bu eğilimi her yerde görmek olanaklı.

İş dünyasındaki bu eğilime verdiğim ad, “Pasif direniş”. Açıklaması; “işte,yalnızca saatleri doldurarak işten atılmayacak kadar çalışmak”. Çalışma yaşamım boyunca, çalışmadanya da çalışır gibi göstererek, yöneticilerine yalakalık yaparak, sadece işini koruma ötesinde şaşırtıcı bir biçimde yükselen kişilere rastladım. Bu sorun karşısında ne yapabilirdim? Cesur adımlar atarak, kendi sürecimde bazı önemli yeğlemelerde bulundum.

İş yaşamımın başında,“Sessiz istifa” düşüncesine karşı çıkarak önce bankacılığı bıraktım, sonra da çok sayıda uluslararası şirketten anlaşarak ayrıldım. Karakterim, “sessiz istifa”ya uygun değildi.

Bu haftaki Oksijen gazetesi, “Sessiz istifa” konusunu kapağa taşımıştı. Yazıyı okuduktan sonra ben de aşağıdaki paylaşımı yaptım. 70,000’in üzerinde kişinin Linkedin’deki paylaşımımı okuması ilgimi çekti ve bu konuda bir yazı yazmak istedim.

LinkedIn’de neler yazmıştım?

✅Dün akşam, yakın bir arkadaşımızın kızının düğünündeydik. Gelin ve damat, nasıl rahat, mutlu ve özgüvenli. Dünya, sanki umurlarında değil.Bu mutluluklarının yaşam boyu sürmesi dileğimle...
“Gençlerin en beğendiğim yönü de anlam arayarak ve hissederek yaşaması…”

✅Maçka parkının önünde yürüyorum. Nasıl bir kuyruk!Binlerce genç, sıkılmadan, saatlerce sırada bekliyor. Küçük Çiftlik Park’ta, Halsey’in konseri varmış. Onca yıldır müzik dinliyorum. Daha önce duymamıştım.👉 “Taner, yaşlanıyorsun!”Halsey’i Spotify’da araştırdım ve buldum.Şarkılarını da çok beğendim.Müzik zevkime çok uygunmuş.

✅Yakın zamanda gittiğim bir düğünde,aynı masada benimle oturan anne ve kız ilgimi çekti. Nasıl doğal, samimi ve hoş ilişkileri var. Sahnede birlikte uyum içinde eğlenerek dans etmelerine bayıldım. Olması gereken de buydu. Çocuklarımız, Cem ve Emre’yi de eşimle aynı tutumla yetiştirdik. İlişkimiz de bu biçimde devam ediyor.

✅Geçen gün, bir iş ortağımla sohbet ediyorum, yaşı 36. İş yaşamından bunaldım. Farklı şeyler denemek istiyorum. Türkiye dışında bir yerde. Afrika bile olabilir…13 yaşında, babasının zorlaması ile iş yaşamına başlamış, bugün ise “tükenmişlik sendromu” yaşıyor.

✅Tatilde, kaldığımız butik bir otelde, stajyer bir öğrenciye; “Kariyer planın ne?” diye sordum.“En kısa zamanda yurt dışına gitmek” dedi. (Hiçbir hedefi olmamasından iyidir!)

✅İş dünyası da değişiyor. Çalıştığım firmaya eleman arıyoruz. İş görüşmesinde, görüşüm olumluydu. Fakat o bizi beğenmemişti.😞 Bu konuda çalıştığımız İnsan Kaynakları firmasından şu yorumu aldık: “Görüşme sırasında kendini değersiz hissettirmişiz.”
(Merak ediyorsanız, Lojistik bölümü için görüştüğümüz adaya, çok basit bir matematik çarpımı sorulmuş. Aday, bu soruya heyecanından dolayı yanıt verememişti.)

✅Dün, Levent Erden’in, Oksijen’deki, “Sessiz İstifacılar” yazısını okudum. Kapağını da paylaşıyorum. Yeni trend bu! İş dünyası, kendine çeki düzen vermezse yakında nitelikli ve yetenekli çalışan bulamayacak.
(Bu yazıma bazı eleştiriler geldi ve beni gençleri tembelliğe itmekle itham edenler oldu!)



✅Çoğu davranış ve alışkanlıklarımız da oldukça değişebiliyor. Bir şeye sahip olmak dönemi, yerini "yaşamı" doya doya, anlamlı ve dengeli bir biçimde yaşamaya bırakıyor. İş, sadece bir iş. Yaşamda, işten daha değerli şeyler de var! (Ama bu yetmez. Yazımda bu konuya açıklık getirmek istiyorum.) 

Umarım, bu değişim, siyaset ve çalışma yaşamına da yansır. Daha da önemlisi, çoğu değerimizi sürekli anımsamalıyız.

✅Özetle, özellikle iş dünyası değil biz, anne ve babalar da değişmeliyiz, gelişmeliyiz ve dönüşmeliyiz.Gençler, bize her konuda uymak durumunda da değil.Orta bir noktada buluşmalıyız.

Sonra da Oksijen gazetesinde yazılanları dikkatle okudum. Gençlerin en çok şikâyet ettiği konuların başında, “yolda geçen zaman”, “fazla mesai” ve “verilen yetersiz ücretler” geliyor. Bunları anlıyorum. Evden çalışarak, bu sorunların bir bölümü azaltılabilir. Ancak, bunların kişinin mutlu olmasını sağlayacağını düşünmüyorum.

Salgın, iş dünyasına farklı bir bakış açısı getirdi. Bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. Kendimize bakma zamanı gelmedi mi?

Bu konuda, öncelikle LinkedIn’de zevkle takip ettiğim Damla Ömür Tantekin’den bir alıntı alarak başlamak istiyorum: “Stockdale Paradoksu, körü körüne bir iyimserliğin, hedefsiz beklentilerin insanı nasıl da açmaza sürükleyebileceğini ortaya koyan bir kuram. İnceleyince Stockdale Paradoksu yaşamlarımızı anlamlandırmaya etki edebilecek bir öykü ve çıkarım içeriyor.Kuram, adını Vietnam Savaşı sırasında esir kampına düşen ve kampta tam sekiz yılını geçiren Amiral Stockdale’den alıyor.

Gerek esaretten kurtulduktan sonra yazdığı kitabında, gerek yaptığı söyleşilerde onu sekiz yıl boyunca yaşamda tutan şeyin, “ümit” değil içinde bulunduğu koşullarla yüzleşmek olduğunu anlatıyor Stockdale. Hatta şöyle çarpıcı bir anısı da var: “Kamptan sağ kurtulamayanların ortak bir özelliği var mıydı?” diye Amiral’e sorulduğunda, “Evet, çoğunlukla iyimser düşünenler, sonuna kadar dayanamadı.” diyor. “Onlar, Noel gelince buradan kurtulacağız diye ümit ederdi. Noel geldiğinde hâlâ orada olduğumuzu görünce, bu kez, Nisan’da Paskalya’da çıkacağız diye yeni bir ümide kapılırlardı. Paskalya gelir ve geçerdi. Bu kez de Kasım sonunu, Şükran Günü’nü beklemeye başlarlardı. Ve daha sonra Noel’i.Ta ki kırılan kalpleri daha fazla dayanamayıncaya kadar.”

“İnsanın Anlam Arayışı” kitabında, Viktor Frankl da tam olarak bunu anlatır. İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kampında bulunmuş Frankl (Psikiyatrist, Avusturya’lı), karşısına çıkan zorluklarla yüzleşemeyen, onun yerine “yaşamayı geleceğe erteleyenler”in iç yaşantısında bildiğimiz çürüme işaretleri ortaya çıktığından söz eder.

“Finis” sözcüğü, Latince’de iki ayrı anlama gelir: İlk anlamı, “son, bitiş”tir. İkinci anlamı ise “ulaşılacak bir hedef”tir. Şöyle der Viktor Frankl: “Kendi ‘geçici varoluşunun’ sonunu göremeyen kişi,yaşamda sonsal bir hedefi de amaçlayamıyor.” Psikiyatrist, hem yaşadıklarını, hem de çıkarımlarını paylaşırken, benim de çok sevdiğim Nietzsche’nin şu sözünü sık sık anımsatır: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, her türlü koşula katlanabilir.”

Conor Neill, önderlik konusunda konuşmalar yapan bir profesör ve iş insanı. Bir konuşmasından alıntı da yaparak, kişinin kendini gerçekleştirmesi için öncelikle kaygılarından arınıp cesaret yayan bir zihne sahip olabilmek için karar vermek yerine yeğlemesi gerektiğini söylüyor.

Biraz karmaşık değil mi? Açıklayayım...

Bir bireyin özgürleşmesi için öncelikle bir karar vermesi gerekiyor. Karar vermek ile yeğlemek aynı tutum değil. Karar verdiğimizde, yüzde yüz sorumluluk almıyoruz.Kararımızın bizi yansıtmadığını düşünüyoruz ve dış dünyayı ya da dış unsurların arkasına sığınabiliyoruz. Yeğlediğimiz zaman, bir şeyi ötekine göre önceliklendiriyoruz. Yeğlediğimizde, beraberinde sorumluluk da alıyoruz. Yeğleyerek başarmak ya da yerine getirmek, elimizden gelenin en iyisini yapıp tüm kaynaklarımızı kullanmamız anlamına geliyor. Bu da kaygı alanından güvenli alana geçmemizi sağlıyor. Karar verdiğimizde, başaramadığımızda “bu, ben-im” demiyoruz. Ama yeğlediğimizde,“bu, ben-im” diyebiliyoruz ve sorumluluk alıyoruz.

“Kaygı”, orantısız işlenmiş korkudur. Korku, her bireyde vardır ve yaşamın varoluşsal bir parçasıdır. Kaygı ise kişilerin zihninde,“tehlike ya da tehdit” olarak “algılanan/yorumlanan” durumlarda açığa çıkan; bazı orantısız duygusal, davranışsal ve fiziksel değişiklikler ve tepkilerin yer aldığı “kaçma ya da savaşma”kuruntu ya da kuşkularıdır.

Karar vermek yerine yeğleyerek sorumluluk alırız. Sorumluluk alırsak ve sorumluluk aldığımız kadar özgürleşiriz. O zaman, şu soruyusormak gerekiyor: “İşten kalan süremiz, evden çalıştığımız ya da fazla mesai yapmadığımızdan dolayı çoğalırsa o boş zamanda ne yapmayı yeğleyeceğiz?”

Şu soruları da kendimize sormalıyız:

“Boş zamanımı nasıl ve kimlerle birlikte geçireceğim?”

“Hangi etkinlikleri yapacağım?”

“O zaman, yaşamım nasıl olacak?”

“Hangi ıstırapları yaşamımdan çıkarmak istiyorum?”

“Yeğlemek”,“bu, ben-im” demektir. Yüzde yüz sorumluluk bilinci ile hareket etmektir. Aldığımız sorumluluğu koşulsuz yerine getirmektir.

Goethe’nin iki sözünü de paylaşmak isterim:

"İnandığı şeyi yapanın, enerjisi asla tükenmez.”

"İnsan soyu, tek bir kalıptan çıkmadır. Çoğu, yaşayabilmek için günlerinin büyük bir bölümünü çalışarak geçirir ve özgür olarak arta kalan zaman, onları o kadar kaygılandırır ki, ondan kurtulmak için denemedik şey bırakmaz."

Sorun, iş saatlerinin tüm zamanımızı ve yaşamımızı elimizden alması değildir.Sorun, bize kalan boş zamanda ne yapacağımıza ya da yapmak istediğimizi bilmemizdir. Arda kalan zamanı daha çok uyumak, spor yapmak ya da sosyal medyada saatlerce amaçsız zaman geçirmek yerine yaşamımızı adayabileceğimiz uğraşıyı, hobiyi, amacı bulmamız ve sonrasında tüm sorumlukla yerine getirmemizdir. Mutlu olmak için karar vermemiz ve yeğlemelerde bulunmamız gerekmektedir.

 

Sevgilerimle,

Taner Özdeş

 ---

 Bu yazının dil bilgisi düzenlemeleri,
FaRkLaR Kılavuzu/Sözlüğü (FaRkLaR.net)
tarafından sağlanmıştır.

 

 

 

 

 

Comments powered by CComment

Bize Ulaşın

Halim Meriç İş Merkezi Cemal Sururi Cd. No:25/18 Şişli İstanbul

E-Bülten

E-posta adresinizi girin, size daha fazla bilgi gönderelim...

Ara